6 Kasım 2010 Cumartesi

Karanlik bir gun




Ingilizce’de bir tabir vardir: “Feeling under the weather”  (tam kelime tercumesi:  havanin altinda hissetmek – anlami:  ruhen iyi hissetmemek) Bugun tam tabiri ile ben boyle hissediyorum.  Bu sabah icim karanlik uyandim.  Genelde boyle uyanmam;  sabahin 5’inde de kalkiyor olsam da, yeni gune kucak acarim, taze bir baslangic yapmaya calisirim.  Hele hele bugun, disarisi gunluk guneslik, aydinlik ve neseli bir gun, kasim ayinin ilk haftasi olmasina ragmen…  Tam “pastirma yazi” denilen bu olsa gerek.  Evin her kosesinden duyabiliyorum kuslarin civiltisini.  Yani keyifsiz olunsa bile neselenilicek bir gun.  Ama gene de ben karanligim…

Bir kac saat - annemin deyimi ile - icimdeki zehiri attiktan sonra, attim kendimi sokaklara.  Normal sartlarda en sevdigim ogun olan, en keyifle edecegim kahvalti, mideme bir kaya gibi yerlestikten sonra icim hala rahat degil.  Nefesim daraliyor denen bu olsa gerek.  Ama hareketli bir mahallenin keyfimi getirebilecegini dusunerek, bir arkadasimla bulusmaya Bebek’e gittim.  Nitekim, normal sartlarda, sonradan gormelikler, hava atmaya calismalar, “kiro”’luklar beni kimi zaman guldurecek veya kimi zaman milletime soylendirecek olsa da, bu sefer etraftaki yari sahte, yari gercek hareket iyi geldi.  Bu hareketlilik, icinde bulundugum yeri/durumu/pozisyonu/sansimi hatirlatti.  Kisa bir sure icin de olsa rahatlamis hissettim kendimi.  Hele o singirtilar yokmu (bak. Singirtilar yazim)  zaten onlar basli basina bir Xanax etkisi gosterebiliyor bende.

Tam 24 senelik arkadasim/dostumla bulusmak iyi geldi…  Kisa bir sure icinde olsa o karanlik dunyamdan ciktim;  Her ne kadar donemsel kopmalar yasanmis olsa da, iste eski arkadaslik dedikleri bu olsa gerek.  Bir kardesten farksiz bir yakinlik, yaninda huzurda hissetme, maskesiz dolasma.  Icimin buruklugunu rahatlikla soyleyebilme, illa birsey anlatmak zorunda olmamak ama gene de anlasilabilmek.  Ve sonunda hic nasil gectigini farketmedigim 2-3 huzurlu saat gecirme…

Kendimi iyi hissederek arabama bindim, arabada bir melankolik muzik, ve sabahki karanlik dunyama dondum, taa ki evde kizima ulasana kadar.  O da bana bir kere daha, niye kendimi bol bol onunla mesgul tuttugumu hatirlatti.  Onunlayken baska hic bir sey dusunmuyorum cunku.   “Bazi seyleri dusunmekten kactigin icin kendini hep mesgul tutuyorsun” diyenlere sapka cikartiyorum, cok dogru bir analiz.  

O da bir surelik benim ruh halimi degistirdi.  Ama hala icim karanlik, hala aydinlanmadi.  Umarim su anda yedigim cocukluk zamanlarimizin semsiye cikolatasi  (Bebek’te acilan Baylan’da buldum ve hemen birkac tane kapiverdim) beni mutluluk hormonlari ile beraber uykuya goturur ve yarin sabah, genelde becerebildigim gibi, yepyeni bir gune, pozitif bir sekilde gozumu acmama yardimci olur.  Bu gecici de olsa, guzel bir duygu degilmis.  Karanligi sevmiyorum, kimse sevmez, ama keske hic kapimi calmasa.  Ben sukreden bir insanim, benim halimden memnuniyetimi anlamak icin karanlik gunlere ihtiyacim yok.  O yuzden rica ediyorum calma bir daha kapimi.



1 Kasım 2010 Pazartesi

Kosusturmalar.



Kendime disaridan bakabilmeyi basarabildigim zamanlarda, Mirkelam’in 15 sene kadar onceki klibi geliyor aklima…
Kostur kostur kostur… Nereye kadar?   Bir taraftan, ayni Mirkelam’in klibinde yaptigi gibi, fiziksel olarak kos kos kos!  Herhangi bir metropolde yasayan her insanin hayati boyledir sanirim, herkes surekli birseye, biryere yetismeye calisir, ve oyle bir kosturmacadir gecer ki gunler, insan evine ulasabildiginde kendini koltuga atip, duvara bos bos bakmaktan ali koyamaz.

Bir de diger taraftan, mecazi anlamda alirsak, gene kosuyorum kosuyorum ama bu sefer maalesef hep ayni yerde bosa harciyorum enerjimi.   Dusunuyorum, dusunuyorum, problemi anliyorum, nedenlerini buluyorum, cozumler uretiyorum, ama cozume ulasmak icin uygulamaya gec(e)miyorum bir turlu.   Her basladigim isi elimden gelen en iyi sekilde bitirmisimdir bugune kadar, ama bazi konular var ki, sonuca ulasmaktan kaciyorum…  Kaciyorum ve kactikca bosa kurek cekmeye devam ediyorum.  Bayagi yorucu bir hayat.

Annem her zaman bana:, “sen birseylerden kactigin icin surekli kendini mesgul tutuyorsun” der – ne de olsa kendi de oyle yapmis oldugu icin gecmiste, iyi biliyor herhalde.  Kesinlikle de katiliyorum.  Ama kac kac, kos kos nereye kadar?  Illa da bardagin tasacagi zamani mi beklemek gerek?  Kesinlikle hayir.  Kendimle ve korkularimla yuzlesmekten baska carem yok, bir kudret gelecek biliyorum, ve bekliyorum.

Eger bir koyde, kasabada yasasaydim hayatim bambaska olurdu…  Her ne kadar bazen 34 yasinda boyle hissediyor olmak garip gelse de, inzivaya cekilmek isterdim.  Kizim okuyacak, ogrenecek, arkadaslariyla olacak diye Istanbul’da kalmaya devam.  Halbuki huzurlu bir yerde yasayip, Istanbul’a gezip tozmaya, sevdiklerimi/arkadaslarimi gormeye gelmek ne kadar guzel bir senaryo olurdu degilmi?  Boyle diyorum demesine de, gerceklesse bir gun ne hissederim bilemem..  Ayni su aralar New York’u ve o deli dolu, hareketli yasami ozledigim gibi.  Insan kendi ikilemleriyle boguyor kendini.  Zaten daha once de bir yazimda soylemistim sanirim:  insanin en buyuk dusmani ancak kendisidir.   Onu kendi icinde dusunceleriyle bogarcasina bosa kosturan da, sokaklarda yorarcasina kosturan da… Hep kendisi…


 


6 Ekim 2010 Çarşamba

Biz Kadinlar...




Kendi ayaklari uzerinde durabilmek… Bu eminim yalnizca her kadinin degil, her insanin kendi icin soyleyebilecegi en guzel sozlerden biri olsa gerek. 
Yanlis bir anlasma var ancak;  bence bu ana olarak “ekonomik gucum kendime yeterli/kendi imkanlarimi kendim saglayabiliyorum” anlaminda kullanilan bir deyis, halbuki bana gore “ekonomik gucten”  cok daha icerikli bir manasi var.  Kendi ayaklari uzerinde durabilen insan, kendi kendine yeten, kendinden emin, becerikli, islerini gorebilen, baska birisine prensip olarak ihtiyac duymadan hayatini surdurebilecek niteliklere sahip kisi demektir.   
Ve bu tanima gore, hepimiz insan oldugumuz ve belli bir iletisim ve paylasima duygusal acidan ihtiyacimiz oldugu icin,  tek basina mutlu mesut yasayan – kendi ayaklari uzerinde duran – insan sayisi oldukca azdir.

Peki bu deyis niye en cok kadinlar icin kullanilir veya kadinlar kendileri icin soyler?  Neden yeni-universite-mezunu genc erkekler disindaki erkekler icin sikca kullanilmaz?

Bir kadina “sen kendi ayaklari uzerinde durabilen bir insansin” dendiginde kisi kendini cok iyi hisseder.   Ne de olsa annelerinin anlattiklarini dinlemis, hazmetmis, dusunmus, tartmis, ve uygulamistir.  Benim ve yasitlarimin anneleri, “feminist” olduklarini soylemelerine ragmen, bunu minimum uygulamaya koyabilmis, hep bir ikilemde kalmis annelerdir genelde.   Hem “anne”, hem “es” rolleri ile hayatlarina koyulup, diger taraftan “is kadini”  olmak veya “evdeki rollerin disinda bir role” sahip olabilmek icin mucadele vermis.  Basaranlar az.  Kendilerini “ev” disindaki dunyada tatmin edememis olmalarindan olsa gerek ki,  cocuklarina (ozellikle de kiz cocuklari var ise onlara) “aman kizim sen oku, et, yap, becer, basar, kendi ayaklarin uzerinde dur”  diyerek kendilerine gore dogru yolu gostermeye calismislardir.

Herseyi kendi basina yapabilmek her ne kadar insana guzel bir ozguven verse de, “kadinsal” gudulere aykiri bir tarafi da var.  Kadinlar ayni zamanda korunmak, sevilmek, simartilmak, pohpohlanmak, servis edilmek, zaman zaman ayni kucuk bir cocuk gibi hissettirilmek isterler.  Ruhlarinin oksanmasi onlari besler.  Ama bu hayat sartlarinda, her ikisini beraber goturen bir kadin olmak neredeyse imkansiz.  Ya kadinlar olarak, kendimizi oldukca aptal yerine koyup “ah onu yapamam, bunu edemem, sen daha iyi yaparsin, sen en iyisini bilirsin” diyerek zoraki de olsa ruhumuzu oksattiracagiz,  ya da becerikli olup, her isin pesinden kosturup, her isi elimizden gelenin en iyi sekliyle yapip susup oturacagiz.  Yapilan isler her ne kadar bir beklenti ile yapilmasa da, ufak bir takdir bile ruhumuzu oksar biz kadinlarin…  Ancak bizim kendimizi “akilli” zannettigimiz ikinci senaryoda, hem takdir gorulmuyor, hem de zaten her isi kendimiz yapabiliyor oldugumuz ve cok becerikli oldugumuz icin, birak simartilmayi, uzerine daha da cok is isteniyor, ve sonuc olarak surekli kosarak gecen bir hayatin icinde buluyoruz kendimizi.  Bu kendini “akilli” zannedip aslinda cok akilli olmayan kadinlar, maalesef yorulmaya, somurulmeye, ve bir mukemmelliyetcilige itilmeye mahkumdur.

Peki hangi kadin olmayi tercih ederdiniz?  Aslinda kendini “aptal” yerine koyan “akilli” kadin mi?  Yoksa “akilli” yerine koyan “aptal” kadinmi?  Birinde kisisel tatmin, digerinde ruhsal tatmin.   Ben her ikisini de istiyorum arkadas, ben bir kadinim, hem duygusal - hem hirsli - hem becerikli - hem de mini mini bir kedi…


30 Eylül 2010 Perşembe

Once Insan sonra Kitap





Genelde, begendigim kose yazilarini keserim, bir kenara koyarim.  Sonra da bu yazilari en azindan birkac yakinimla paylasirim.  Etrafta birikmis birkac yazi var daha paylasilmamis…  Aralarindan bir tanesi, 10 gun kadar once Radikal’de okuyup kesip kenara koydugum, Sayin Gunduz Vassaf’in yazisindan bir alinti:
“…Uzun lafın kısası önce insan sonra kitap”.

Ne guzel soylemis sayin Vassaf - kacirmis olanlar icin:  http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=1019634&Yazar=G%DCND%DCZ%20VASSAF&Date=19.09.2010&CategoryID=113 .  Once insan sonra kitap.  O ornek vermis seyahatlerimizi, ben ornek vereyim cocuklarimizi…  Anne bebek bekler, baslar kitaplari okumaya, haril haril, hamilelik evrelerini, dogumu…  Hamileligin 7nci ayindan itibaren baslanir bebek bakimi, bebek iletisimi ile ilgili kitaplar okunmaya…  Bebek buyudukce de bu ayni sekilde devam eder.  Ben okunmasin kesinlikle demiyorum, nitekim ben de bu okuyanlar kategorisindendim.  Ancak tecrube edindikce goruyorum ki, cocuk buyutmek inanilmaz icgudusel birsey.  Hayatta oldugu gibi, bu konuda da herkesin dogrusu ve igrisi kendine ait.  Hicbir sekilde bu evrelerin “dogru” veya “yanlis” ‘i yok.  Anne/baba nasil hissediyor ise ve o cocugun yapisi neye uygun ise dogrusu o’dur.

Benim jenerasyonumdaki annelere bakiyorum, herkes benim baslarda yapmis oldugum gibi, herseyi kitabina gore yapiyor.  Ona bakarsaniz, bircok “cocuk buyutme” yontemi var, felsefeleri birbirinden farkli.  Herkes ya kendine uygun olanini buluyor, ya da onerilere kulak vererek “dogru” oldugunu dusundugu metodu okuyor, calisiyor ve uyguluyor…

Hayatin daha duygusal bir kavram oldugunu dusunuyorum, ayni cocuk buyutme de oldugu gibi, ve ayni Gunduz Vassaf’in soyledigi gibi.  Yasayarak, tecrube edinerek, gorerek, koklayarak, elleyerek tadina varilmali herseyin.  Mantik, lojik cok onemlidir, dogru, ama hayatta herseyi mantikla yurutmek imkansiz.  Biz insanlarin icguduleri ve hisleri o kadar kuvvetli ki, bunlari kaliplara ve kurallara sokup hareket edenler genelde mutsuz oluyorlar...   Ya da benim gibi, kendini hayati boyunca bir “mantik insani” olarak group, hayatin ilerleyen safhalarinda ne kadar “duygusal bir insan” oldugunu farkedenler…   

Hayat bir okul.  Insanlarla dolu bir okul…  Bizler bu okulda en cok birbirimizden birseyler ogreniyoruz.  O yuzden Vassaf’in dedigi gibi once insan sonra kitap… 

27 Eylül 2010 Pazartesi

La Donna Milanese ( Milano'lu Kadin)



Inanilmaz rafine, guzel, modern giyimli bir kadin hayal edin. Is kadini; uzerinde diz altinda, dar, camel rengi, capri pantalon, chanel stil terra cotta tonlarinda bir blazer, ayaginda en az 10 cm'lik krem rengi stilettolar, kolunda orta boy, krem rengi, guzel bir canta, cantanin icinde benim hep “fino” diye adlandirdigim kucuk kopek... Gozunuzun onunde canlandimi? Bir de bu resmi alin beyaz bir Vespa'nin uzerine oturtun... Takim kaski ile beraber.
Iste la donna Milanese..

Kendine guvenli, kendiyle barisik, alimli, modern, entelektuel, aktif... Oyle her italyan gibi degil, hele hele dunyanin diger kadinlarina hic benzemez.  La Donna Milanese…  
Kucuk kopek ayrintisi kulaga garip gelebilir, nitekim bana oyle geliyor, ama o kadar gosteristen uzakki…  Tam tersine rahat.  Bu gordugum ornek, La Scala’nin onune parkettigi Vespa’sindan inip emin adimlarla bilet gisesine yoneldi...  


***********************************************

Milano ruhumu dinlendiriyor...

Bu kadinlara, bu sehre bayiliyorum, bana beni hatirlatiyor...  Ben de oyleydim, ama simdi bu sehir (Istanbul), bu ulke (Turkiye) beni benligimden alip goturuyor.  Ben kendim olabilmek istiyorum tekrar.  Kendim.  Baskilar altinda kalmadan, baski hissetmeden, ozgurce, icimden geldigi gibi hareket ederek, ruhumu besleyerek yasamak.  Her ne kadar cogu benim elimde olsa da - yasadigim yer gibi - diger “dis etkenlere” aldiris etmemek cok zor.  Dunyanin her yerinde aynidir, ancak o zaman Milano’daki ben ile, Istanbul’daki ben niye bu kadar farkli birbirinden?

Her ne kadar yakin kadin arkadaslarim bu kategoride olsa da,  daha cok "La Donna Milanese" gibi kadinlarla dolu bir Istanbul dilegi ile…   

P.S. fotograf icin:   Hepburn tabii ki bir Milano'lu degil, ama gozunuzun onunde canlanmasini istedigim imaja en yakini diyebilirim

19 Eylül 2010 Pazar

Yeni bir gune baslarken



Guzel gunler niye cabucak gecer?  Aylarca bile tatil yapiyor olsa insan, son gun geldiginde, daha dun gibidir varmis oldugu tarih.  Oysa mesela kis mevsimi bana gore bitmek bilmez.  Sogugu, yagmur ve camuru (ozellikle Istanbul’da) hic sevmem.  Kat kat giyinmek, surekli usuyor olmak, her dakika onunu arkani kollamak zorunda olmak - bir yerden uzerine camur gelmesin diye -, biraksan 90+ gun evde oturmak istemek… Bunlarin hepsi bana “Kis” ‘i cagristiriyor. 
Ama insanoglu elindekinin kiymetini bilse boyle olmaz; gunumuzu yasasak, surekli ileriye yonelik planlar yapiyor olmasak boyle olmaz…  Kis geldiginde, belki her gun, Bahar’i / Yaz’i beklerim, onlarin hayaliyle gecer gunler, aylar…  Yaz tatiline gittigimde, her gun gunlerimi sayarak, donus tarihinin ne kadar yaklastigini hesaplayarak gecer. 
Icimdeki Verda’lardan birkac tanesi illa da bana gununu, anini yasa diye hatirlatsa da nafile…  Elimdekilerin kiymetini cok iyi bilirim, surekli halime sukrederim, o ayri, ama peki sukretmek yetmez, niye en guzelleri doya doya yasamaya izin vermiyorum?
Insanoglu nankor maalesef.  Maalesef kotu birsey oldugunda “iyi” ’nin kiymeti bilinir.  Istedigim kadar kiymet bilen bir kisilik oldugumu dusunsem de, bu benim icin de gecerli, herkes gibi.  Ama en azindan sabahlari guler yuzle uyanmayi, yeni bir gune baslamanin coskusuyla yataktan kalkmayi kendime adet edinmisimdir (uyku 3 saat dahi olsa). 
Sabahlari asabi kalkanlar yokmudur?  Gercekten “La havle vela kuvvete illa billah” diye icimden geciririm.   Dur bir gunune iyi basla bari, trafik veya sokaklarin pisligi gibi dis etkenler nasil olsa sinirini bozacak evinden disari adimini atar atmaz… Yatagini da mi sevmiyor insanlar anlayamiyorum… Gozlerini acar acmaz soylenmeye baslarlar, ya da bir sikayetleri vardir illa da.  Ben degilki her sabah ‘keyifli” uyanirim, ama en azindan temiz bir sayfayla baslarim… Kafamdaki girgirlar  kalktiktan 1-2 saat sonra harekete gecmeye baslarlar.  Her sabah, mevsimine gore, 5’te veya 6’da dibimizdeki camii’den gelen, olabilecek en detone sesli imamin okudugu ezan ile uyansam, afyonu gec patlayan bir insan olsam bile…  Yalnizca temiz bir sayfayla gozlerini ac, sonra ne derdin varsa dusunursun….  Dusunecek cok zaman var ne de olsa!  

Atom Karinca




Bugun, Elif Safak Haberturk Pazar ekindeki kose yazisinda, cok guzel deginmis cogumuzun hayatinin ayrilmaz bir parcasi olan “keskelerle yasamak” konusuna. http://www.haberturk.com/yazarlar/551039-secmek-ya-da-secememek .  Okumayanlar umarim bir firsat bulur da okur, ve benim gibi Elif Safak Pazar gunu yazilarinin bir takipcisi olur. 

Her onun yazisini okudugumda, ha iste, ben de boyle dusunuyordum, ne guzel dile getirmis diye geciriyorum icimden.  Gunluk olaylari ve insanin kendi icindeki tum ikilemleri olabilecek en acik sekilde dile getiriyor.  Bu yuzden seviyorum yazilarini, her seferinde kendimden birseyler buluyorum o yazilarin icinde.

Nitekim bugunku yazi konusu “keske” ler…  Gecmise bagli yasamak, yaptiklarimizla degil de yap(a)madiklarimizla butun kafamizi mesgul etmek, hep bardagin bos tarafina bakarak yasamak…  Insanlarin buyuk cogunlugu bu sekilde yasamini geciriyor, ufak bir kesim ise, ya cok rahatliklarindan, ya “ermis” olduklarindan, ya da ekstra ego’lari ve kendilerine olan asiri hayranliklari yuzunden belki de daha tatmin olmus bir sekilde suruyorlar hayatlarini.

Ben, maalesef, ilk kategoriden bir insan olarak, genelde hayatimi dolu dolu, keyif keyif, yasayabilenlerden degilim.  Enteresan bir ikilem de olsa, aslinda cok da pozitif bir insanimdir, hem de maskesizinden...   Ic ve dis dunyalarimin farki diyelim her ne kadar ben de tam cozebilmis olmasam da.  Bir baska yazimda da degindigim gibi hep “xxx lazim” diyerek, veya “keske xxx” olsaydi diyerek pek fazla huzurlu vakti birakmiyorum kendime.    

Bu kafamin icinde olup biten.  Diger taraftan fiziksel olarak da pek fark yok… Karincalardan farksizimdir.  Bir saniye yerimde duramam, ha soyle iki dakika ayagimi uzatayim, yok, mumkun degil.   Bu niye peki?  Kendimden korkup kaciyorum herhalde?  Kendimden…   Veya o diger minik seslerden…  Atom karinca dememisler bosuna bana, kulaga komik gelse de, gerceklerle yuzlestigim vakit, atom karincalik pek bir halim kalmaz herhalde…  Simdilik ben kacmaya devam, yerinde duramamaya, ve “keske” lerimi dusunmeye… Bunlar olurken cozumler uretmeye ve gerceklerle yuzlesmeye. Insallah bunlarin tersinin olacagi gun yakindir, ve gun gelir, etrafimdaki birkac insan gibi, dunya bir yana ben bir yana butun gun ayagimi uzatip koltuga soooyle bir uzanabilirim.

Şıngırtılar




Şıngırtılar. Bu kelimenin anlamını ben ve annem dışında bilen yoktur herhalde, ne de olsa herkese ve herşeye isim takma kabiliyetim oldugundan benim yaratmış oldugum bir isim diye düsünüyorum.

Şıngırtı: Verda sözlük anlamı: güneşin denizin üzerine vurup, suyun üzerinde binbir yıldız varmış gibi yarattığı ışık etkisi.  Anlatabildimmi acaba?

Bu şıngırtılar bir taraftan bana inanilmaz huzur veriyor, ruhumu dinlendiriyor, hele bir kendimi onlara birakayim… Diğer taraftan da coşkulu, yerinde duramayan yavru canlılara benzetiyorum, bana hayatı sorgulatan.

Bu binlerce şıngırtıdan her biri sürekli yanip sönüyor bir yıldız gibi, ve kimisi "yardııım" diye fısıldarken kulaklarıma, diğerleri "yaşasııın" diye sesleniyor. Ben, yapım itibari ile, ilk olarak yardım isteyenlere el uzatıyor bulsam da kendimi, içimdeki ses beni dürter dürtmez kendimi kaptırıyorum "yaşasın" diyenlerin seslerine.

Doğayı, doğadaki her birseyin olağanüstülüğünü düşünüp, hayatı sorgulatıyorlar bana. "Hadi Verda kendine gel, hayat güzel, gül, coş, keyfine bak, kalbini dinle" diyorlar.. Bir anlık kafamdaki negatif düsüncelerden kopup gidiveriyorum onların diyarına.

Şimdi de karsımda şıngışıngışıngırtılar, yüzümde bir gülümseme, aman beni bırakmayın diyorum onlara, beni bırakmayın yoksa kim dürtecek beni?  Ben dürtecegim kendimi, öğreniyorum tüm meziyetleri, ama keşke, yaz kış hic gözümün onünden ayrılmasalar bu şıngırtılar da bir saniye bile unutmasam bu hayatın tadını 

Bu güne kadar dikkatinizi çekmediyse eger bu şıngırtılar, bir daha deniz kenarina gittiginizde, beni hatırlayın ve kulak verin onlara, ve tadin tekrar o hafifliğçocuklar gibi.